SAYGI MI, SINIRSIZLIK MI?

Bir alanda uzmanlaşmış bir insanın, alanı dışında her konuda fikir yürütmesini doğru bulmam. Hele hele bu fikirler toplumu ilgilendiren, inanç ve değer sistemini etkileyen hassas alanlarla ilgiliyse, daha da dikkatli olunmalı. Ancak bazen öyle meseleler olur ki, uzmanlık gerektirmeksizin herkesin söz hakkı doğar. Geçtiğimiz günlerde bir siyasetçinin yaptığı açıklama da tam bu nitelikteydi.

Siyasetçi şöyle diyordu:

“İktidara gelirsek zorunlu din eğitimini kaldıracağız. Tüm dinlere eşit mesafede duran, saygılı bir anlayışı benimsiyoruz.”

İlk bakışta kulağa çok “modern”, çok “hoşgörülü” gelebilir bu sözler. “Saygı” kelimesi olumlu bir anlam taşır, insana doğru gelen bir çağrışım yapar. Ancak burada kullanılan saygı, aklî ölçüyle değil; sınırları belirsiz, kimliksiz bir hoşgörüyle tanımlanıyor. Bu da ciddi bir tehlikeyi beraberinde getiriyor: Her inanca eşit mesafede durmak gerçekten mümkün ve doğru mu?

Çünkü her şeye “eşit mesafede durmak”, bazen hiçbir şeye tam olarak durmamak demektir. Hele konu inançlar, değerler ve toplumsal yapıysa, sınırların bulanıklaşması, yalnızca bireyi değil, toplumun tamamını etkiler.

Bugün “her inanca saygı” denilerek önümüze sunulan şeyin neye dönüştüğünü görmüyor muyuz?

Bir genç, kız arkadaşının başını kesip surlardan attığında, onun şeytana taptığı söylendi. Kedilerin, köpeklerin ayinlerde kurban edildiği satanist grupları da yaşadık. Bazı anlayışlar kadını değersizleştirdi, susturdu, yalnızca hizmet eden bir nesneye dönüştürdü… Tüm bunlar “inanç” etiketiyle sunuldu bize.

Şimdi sormak gerekmez mi: Gerçekten her inanç biçimine saygı göstermek zorunda mıyız? Ve daha önemlisi: Bu doğru mu?

Ben saygının öyle herkese, her şeye dağıtılabilecek kadar basit bir şey olduğuna inanmıyorum. Saygı, hak edene duyulur. Şiddete, sapkınlığa, insan onurunu zedeleyen hiçbir şeye –ister dini bir kılıfla sunulsun ister modern bir dille– saygı gösterilemez.

Zaten bu “her dine eşit mesafe” söylemi, nedense genellikle yalnızca İslamî kimliğin geri çekilmesini talep ediyor. Sanki eşitlik adı altında bir taraf silinmek isteniyor…

Ama şunu da söylemeden geçemem: Mevcut din eğitimi sistemi yeterli mi? Hayır, değil. Haftada bir-iki saat verilen, çoğu zaman şekilci ve ezbere dayalı derslerle çocukların inancı da ahlâkı da sağlam temellere oturmaz. Bu eksikliği kabul etmeliyiz. Ancak bu, “din eğitimi gereksizdir” sonucuna değil, “daha sahici bir dini eğitime ihtiyaç var” sonucuna götürmeli bizi.

Geçen hafta yeme bozukluğu nedeniyle hayatını kaybeden genç bir fenomenin babası, yürek burkan bir açıklama yaptı:

“Hata bende… Evlatlarıma doğru bir ahlâk eğitimi veremedim. Sosyal medya fenomeni olduktan sonra karşılaştıkları dünyaya karşı savunmasız kaldılar.”

Bu itiraf, bugün hepimizin boğuştuğu bir sorunu özetliyor. Çocuklarımızın karşısında uçsuz bucaksız bir “ahlak yelpazesi” var artık. Herkes kendi doğrusunu kendine göre şekillendiriyor. Kimse kimsenin doğrusuna karışmasın isteniyor. Ama sonra “ahlâksızlık” karşısında şaşkınlığa düşüyoruz. Neyin doğru, neyin yanlış olduğuna karar veremeyen bir nesil yetişiyor.

Ahlâk, “ne yapmalıyım?” sorusunu sorar. Ama “neden?” sorusu eksik kaldığında, cevaplar da yüzeyde kalır. İşte o “neden” sorusunun cevabını din verir. Çünkü insanı kötülükten alıkoyan en güçlü duygu, Allah’a hesap verme bilincidir.

Bu nedenle mesele sadece “din dersi zorunlu olsun mu, olmasın mı?” sorusu değildir. Asıl mesele, yeni nesli nasıl bir eğitimle, hangi değerlerle, hangi ahlâk anlayışıyla yetiştireceğimizdir.

ŞEYMA DEMİRCAN NAMAZCI 

İSLAMİ HABER “MİRAT”  -YOUTUBE- 

YAZARIN DİĞER YAZILARINA ULAŞMAK İÇİN BURAYA TIKLAYINIZ 

 

Başa dön tuşu